Kanunî Sultan Süleymân
Hân’a “Süleymân” ismi, Kur’ân-ı kerîm açılarak verildi. Neml sûresi
otuzuncu âyet-i kerîmesinde geçen Süleymân’ın (aleyhisselâm) isminden
alındı. Annesi Âişe Hafsa Hâtun ve ninesi Gülbahar Hâtun’un terbiyesinde
büyüyen Şehzâde Süleymân, yedi yaşından sonra ilim öğrenmeye başladı.
Kastamonu yakınlarındaki Daday kasabasından Evhadoğlu Hayreddîn ismiyle
bilinen mübârek bir zât, şehzâdeye hoca ta’yin edildi. Hayreddîn Efendi,
Şehzâde Süleymân’a aklî ve naklî ilimleri öğretecek, kendi bildiklerini
onun da hafızasına nakşedecekti. Yıllar akıp gitti. Şehzâde, Allahü
teâlânın yüce kitabı Kur’ân-ı kerîmi okumasını öğrendi. Fıkıh
bilgilerinde ilerledi. Arabca derslerine başladı. Fen bilgilerinde
ma’lûmat sahibi oldu. Bu sırada her şehzâde gibi, onun da bir san’at
sahibi olması arzu edildi. Devrin tanınmış kuyumcularından biri hoca
ta’yin edildi. Kuyumculuk san’atını öğrendi. Yaşı büyüdükçe, değişik
ilimlerde çeşitli hocalardan ders aldı. Askerlik, idâre ve komutanlık
bilgilerini öğrendi. Silâh ta’limleri yaptı. Onbeş yaşına kadar
babasının yanında Trabzon’da kaldı. Onbeş yaşına gelince, kânun gereği
sancak taleb edip, Karahisâr-i Şarkî’ye sancak Beyliğine, oradan da
Bolu’ya ta’yin edildi. Daha sonra Kırım’da Kefe sancakbeyliğine
gönderildi. Gittiği sancaklarda, lalası nezâretinde devlet idâresinde de
tecrübe sahibi olup yetişen Şehzâde Süleymân, çevresinde meydana
getirilen ilmî havadan hiçbir zaman uzak kalmadı. Devamlı âlimlerin
derslerine ve sohbetlerine katılır, onların Allahü teâlânın rızâsı için
yaptıkları nasihatleri dinler, ilim ve feyzlerinden istifâde ederdi.
Aklî ve naklî ilimlerde ilim sahibi oldu. Bilhassa fıkıh bilgilerinde
çok yükseldi.
Yavuz Sultan Selim Hân’ın 918 (m.
1512) senesinde tahta geçmesi üzerine İstanbul’a çağrılan Şehzâde
Süleymân, babasının kardeşleri ile mücâdeleleri sırasında İstanbul’da
babasına vekâlet etti. Ortalık sâkinleşince, kendisine, merkezi Manisa
şehri olan Saruhan sancakbeyliği verildi. Burada, lalası Kâsım Paşa’nın
nezâretinde, devlet idâresini iyice öğrendi. Manisa’da iken Merkez
Efendi ile tanıştı. Annesi Hafsa Sultan, İstanbul’daki Sünbül Efendi’den
bir talebesini istemiş, o da Manisa’ya Merkez Efendi’yi göndermişti.
Şehzâde Süleymân, Manisa’da ve daha sonra İstanbul’da Merkez Efendi’den
çok istifâde etti. Sultan olduktan sonra İstanbul’da Topkapı dışında bir
dergâh yaptırıp emrine verdi. O mübârek zâta hürmette kusur etmedi.
Babası
Çaldıran ve Mısır Seferlerinde iken Edirne’de ikâmet ederek, Batı’dan
gelecek herhangi bir saldırıya karşı Rumeli’nin muhafazası vazîfesi ona
verildi. Babası Yavuz Sultan Selim Hân’ın Çorlu yakınlarında Sırt
köyünde vefât etmesi üzerine, Sadr-ı a’zam Pîrî Mehmed Paşa’nın
gönderdiği Silâhdarlar Kethüdası Süleymân Ağa’nın Manisa’ya getirdiği
haberle İstanbul’a geldi. 926 (m. 1520) senesinde, yirmialtı yaşında bir
delikanlı iken, Osmanlı tahtına geçip, hilâfet ve saltanat sancağını
eline aldı. Onuncu Osmanlı Sultânı ve Yetmişbeşinci İslâm Halîfesi oldu.
Yavuz Sultan Selim Hân’ın vefâtı “Arslan öldü”, Sultan Süleymân Hân’ın
tahta geçmesi de “Kuzu geçti” sözleri ile Avrupa’yı sevince boğmuştu.
Bütün haçlı dünyâsını sevindiren bu haber, çok geçmeden Avrupalıyı hayâl
kırıklığına uğratacaktı.
Osmanlı
düşmanlarının, Yavuz Sultan Selim Hân’ın ölümü ile sevinmeleri pek uzun
sürmeyecekti. Zîrâ kısa bir zaman sonra, batıdaki en büyük düşmanları;
Almanya, İspanya, Hollanda ve bir kısım italya topraklarına sahip olan
Şarlken ve kardeşi Avusturya Kralı Ferdinand’a şöyle yazacaktı.
“Bu
kadar zamandır erlik da’vâsın eder, merd-i meydânım dersin. Şimdiye
değin kaç kerredir ki üzerine geliyorum ve mülkünü dilediğim gibi
tasarruf ediyorum, ne senden, ne de karındaşından nâm-ü-nişan yok! Size
saltanat ve erlik da’vâsı haramdır! Askerinden, belki avretinden dahî
utanmaz mısın? Belki avrette gayret var, sende yoktur! Er isen meydana
gelesin! Hak teâlâ hazretlerinin takdîri ne ise yerine gelse gerek.
Seninle saltanatı Beç sahrasında üleşelim, reaya fukarası dahî âsudâ
olsun. Yoksa meydanı arslandan hâlî buldukça, tilki gibi fırsatla şikâr
olmayı erlik sayma.
Bu kere dahî meydana
gelmezsen, avretler gibi iğ ve çıkrık alup dahî padişahlık tacını
urunmıyasun ve erlik adını diline getürmiyesin”
Doğudan
kalleşçe saldırılarıyla meşhûr İran Şah’ı bu kahraman Sultan’dan payını
alacak, onun da topraklarına girilip, birkaç defa savaşa da’vet
edildiği hâlde, ortaya çıkmaması üzerine şu mektûp yazılacaktı:
“Tahmasb Bahadır!
Hidâyete
kavuşan ere selâm olsun, iyice bil ki, sana uyan azgınlar, sapıklık ve
döneklik yolunu tutmuşlardır. Açık bir usûlü değiştirmeye, beğenilmiş
töre ve yasaları başkalaştırmaya kalktığın, insafı bırakarak sapıttığın
besbellidir. Hele iki ulu ermişe (Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer’e)
sövmek, dört mezhebde de sapıklıktan sayılır.
Allahü
teâlânın buyruklarına uymakla beraber, O’na bel bağladım ve
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) kurduğu esaslara hürmet ettikten başka,
kendilerinden yardım diledim ve O’nun dört ulu arkadaşının himmetlerine
dayanarak buralara geldim, İstanbul’dan ayrılalı bir yıl oldu. Doğuda
sapıtanların yer ve yurtlarını bozmak, ulu sahâbîlerin düşmanlarını
azaplandırmak düşüncesi ile savaşı göze aldım ve ordumu önüme katarak,
gele gele Şa’bân’ın beşinci (6 Temmuz) günü Kars’a vardım. Zafer arması
olan bayraklarım Kars civarını şereflendiriyor. Peygamberimizin (
aleyhisselâm ) emirleri, düşmana kılıçtan evvel, İslâm olmayı teklif
etmektir. Ben bu niyet ile sana bu emirnameyi yazdım) senelerden beri,
sen kendini Şah saymaktasın. Saçma lâflarla kendince erkeklik taslarsın.
Geçmiş yıllarda da ülkene geldim ve her defasında ovalarını atlarıma
çiğnettim. Gazilerin kılıçları seni korkuttuğu için karşıma çıkamadın.
Saklanıp durdun. Arlanacak bu hâl ile, inlere kapandın. Allahü teâlânın
la’net ettiği fitneyi uyandırdın ve ona uydun. Geçen yıl, askerlerimden
bir kısmının düşmanlarla gazâda bulunduğunu fırsat bildin. Hevâ ve
hevese uyarak memleketimin ba’zı teb’asını üzüverdin. İyi bilesin ki,
zâlimin zulmü kesesinde kalmaz. Azgınlar gün gelir ki, büyük bir azâba
uğrarlar. İnşâallah pek yakında kahraman askerlerim, Nahcivan’a şeref
saçarlar.
Senin gaflet uykusundan uyanacağına,
inattan vaz geçeceğine, İslâm dînine döneceğine ihtimâl vererek, teb’ana
hiç bir fenâlık yaptırmadım. Lâkin ulu sahâbîlere küfür edenlerin
erkeklerini öldürmek ve kadınlarını esîr almak fikri zihnimden
geçmektedir. Onun için, sende zerre kadar gayret ve silsilende
cesâretten eser varsa, gel, askerinle karşıma çık da, Allahın takdîri ne
ise görülsün. Benim bütün maksadım, Peygamberimizin ( aleyhisselâm )
sünnetlerine ehemmiyet vermektir.
Mal ve
mülkün, yanımda zerre kadar kıymeti yoktur. Olanca hevesim, sapıklarla
savaşmaktır. Elim ve kolum, Allahın inâyetinden kuvvet almıştır. Bu güne
kadar karşıma çıkmayıp saklanışın, top ve tüfeklerimin korkusundan ise,
o korkuyu kalbinden çıkar. Ordum, seni topsuz tüfeksiz dahî
karşılayabilir. Top ve tüfek, senin gibi adını, namusunu terk edenlerle
savaşmak için yapılmamıştır. Sana uyan alçakların hâlinin, şüphesiz
azgınlıktan ibâret bulunduğu bellidir. Gelecek olsan, top ile tüfek ile
seni kimse karşılamaz. Dönmelere, sapıtanlara, arsızlara karşı topa ve
tüfeğe hacet yoktur. Senin gibi azgınları keskin kılıç ile karşılamak
kâfidir. Eğer askerlerimin çokluğunu bahâne ediyorsan, bunların çoğu
yerli yerine gönderilmiştir, insan, düşmana bundan daha fazla lütuf ve
mürüvvet gösteremez. Ya’nî askerin çokluğundan korkma. Gelir isen, her
sefer yaptığın gibi, tabana kuvvet verip kaçmıyasın. Baş miğferini atıp
da onu kadınların baş örtüsü ile değiştirirsen, şahlık sana haram olsun.
Kaçanların mülküne ateş salmak, büyük kumandanların âdetlerindendir.
Kaçarsan, teb’anın göreceği muâmelenin vebali senin boynunadır. Bu sefer
girdiğim yerden ya çıkmam veya taş üzerinde taş bırakmama şartı ile
çıkarım ve memleketini baykuş yuvasına çeviririm. Fermanımı, her hâlde
cevapsız bırakmıyasın. İşte ben harekâta geçiyorum. Sen de vakit ve
saatinde hazır ol. Hidâyet yolunu tutanlara selâm ederim.”
Genç
ve dirayetli pâdişâh Sultan Süleymân Hân, gözyaşları arasında babasını
defnetti. Sonra cihâd ile meşgûliyetinden İstanbul’da birgün rahat
oturamayan Yavuz Sultan Selim Hân için, mezarının üstüne bir türbe,
câmi, mektep ve imâret, bir de medrese yapılması emrini verdi. Baba
yadigârı, dirayetli vezir Pîrî Mehmed Paşa’nın tecrübesinden de istifâde
ile memleket mes’elelerine el attı. Merkeze gelen şikâyetleri
değerlendirerek, ba’zı uygunsuz işler yapıp halka zulüm eden kimseleri
cezalandırdı. Her tarafa, tahta çıktığını bildiren mektûplar gönderdi.
Lalası Kâsım Paşa’yı dördüncü vezîr olarak ta’yin etti. Pâdişâh
değişiminden istifâde ile isyana kalkışan Şam Beylerbeyi Canberdi
Gazâlî’nin isyanı bastırıldı. Bu arada yıllık haracını vermemek için
direnen Macar Kralı da, Osmanlı elçisi Behram Çavuş’u birçok eziyetten
sonra öldürtmüştü. Canberdi Gazâlî mes’elesinin halledildiği haberi
İstanbul’a ulaştığı sırada, Macaristan’a sefer kararı verildi.
İstanbul’un ma’nevî büyükleri olan; Ebûl el-Ensârî ( radıyallahü anh ),
Şeyh Ebü’l-Vefâ ( radıyallahü anh ), Seyyid Ahmed Buhârî’nin (
radıyallahü anh ) kabr-i şerîflerini, baba ve dedelerinin de kabirlerini
ziyâret eden Pâdişâh, duâlarda bulunduktan sonra, ordusunun başında
yola revân oldu. Sadr-ı a’zam Pîrî Mehmed Paşa’nın teşviki ile, Orta
Avrupa’nın kapısı olan Belgrat kalesi alınıp, en büyük kilisesi câmiye
çevrildi. Şehirde adâlet sağlandı. 927 (m. 1521) senesinde vukû’ bulan
bu sefere, evliyâdan birçok kimse ile; Edirne, Filibe ve Sofya
medreselerinden pekçok talebe katılmıştı.
Kanunî
Sultan Süleymân Hân, Belgrat’ın fethinin akabinde, Rodos’un fethi için
hazırlıklara başlanması emrini verdi. Avrupa’nın kilidi olan Belgrat’tan
sonra, sıra Akdeniz’in kilidi olan Rodos adasına gelmişti. Rodos,
müslümanlarla ölünceye kadar mücâdele etmeye yemîn etmiş olan, “Sen Jan
şövalyeleri” adlı hıristiyanların elindeydi. Çok sağlam bir kalesi
vardı. Ama îmân kalesi, nice sağlam denilen kaleleri yıkmıştı. Vezîr-i
a’zam Pîrî Mehmed Paşa, Rodos’un fethi ve Akdeniz’de Osmanlı
hâkimiyetinin te’sîsi için yıllardır donanmanın güçlendirilmesi için
çalışıp durmuştu. Nihâyet beklediği vakit gelmiş, müslüman gemilerini
soyan, hac gemilerine aman vermeyen, kıyı şehirlerindeki ma’sûm
insanları esîr edip işkence eden bir avuç vahşî şövalyenin sonu
yaklaşmıştı. Verilen emir üzerine, donanma harekete geçti. Pâdişâh da
ordunun başında karadan yola çıktı. Kütahya, Sandıklı, Aydın, Çine
yoluyla Marmaris’e vardı. Bindiği gemiyle, Türk donanmasının selâm
toplarının gürlemeleri arasında Rodos’a çıktı. 928 (m. 1522) yılının
Temmuz ayı sonlarında Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) sünnet-i
şerîfi üzere kaleye; “Ya îmân edip kardeşimiz olun, ya da teslim olup
cizye verin!” teklifi yapıldı. Ama hıristiyan âleminin katillerinden
meydana gelen şövalye topluluğu, böyle birşeye yanaşmayacaklarına dâir
yemîn ettiler. Ertesi sabah Türk topları gürlemeye, Rodoslunun beyninde
patlamaya başladı. “Allahü ekber” sadâları ile yapılan hücumlara, cılız
çan sesleri ve “Sen Jan!” nâralarıyla karşılık veriyorlardı. Dört ay
süren kuşatmadan sonra, beşinci ayın sonunda, “Rodos’un kapısı
Rodoslular tarafından açılır” sözü, “Rodos’un kapısı Osmanlılar
tarafından açılır” şekline getirilip, 929 (m. 1522) senesi kışına
girerken kale teslim alındı, içindekiler, istedikleri yere gitmekte
serbest bırakıldılar. Çevredeki adalar da fethedildi. Her tarafa
fetihnameler gönderildi. Krallar, beyler ve pâdişâhlar, elçiler gönderip
bu mühim zaferi kutladılar.
Kanunî Sultan
Süleymân Hân’ın babası gibi sevip hürmet ettiği Vezîr-i a’zam Pîrî
Mehmed Paşa, emekliliğini taleb etti. İsteği kabûl edilip, yerine
İbrâhim Ağa ta’yin edildi. İbrâhim Ağa, Pâdişâh’la Manisa’da beraber
bulunmuş, daha sonra da hasodabaşılık hizmetine getirilmişti. Bu hâli
hazmedemeyen ikinci vezîr Ahmed Paşa, Mısır beylerbeyliğini taleb etti.
929 (m. 1523) senesinde Mısır’a gönderilen Ahmed Paşa, orada elde ettiği
Memlûk kalıntıları ve küskünlerin başına geçerek, sultanlığını ilân
etti. Ancak kendisine yardımcı olarak verilen Kâdı-zâde Kâsım Bey,
başına topladığı askerlerle, Ahmed Paşa’nın ordusunu yenip, onu da
öldürdü. Vezîr-i a’zam Mısır’a giderek, küskünlük ve haksızlıkları
giderdi.
Macar Kralı Layoş’un İspanya
İmparatoru Şarlken’le akrabalık kurması, Osmanlılara tâbi olan Eflâk ve
Boğdan beyliklerinin, İran’la ittifâk kurmaya kalkışması ve papanın yeni
bir haçlı ordusu hazırlığında olması üzerine, Kanunî Sultan Süleymân
Hân, memleket içindeki mes’eleleri hallettikten sonra, Macaristan
üzerine bir sefer tertîb eylemeye niyetlendi. Bu arada Şarlken’le
savaşıp esîr düşen Fransa Kralı Birinci Fransuva’nın annesi ve kendisi,
Osmanlı Pâdişâhı’ndan yardım istedi. Zâten bahâne arayan Pâdişâh, bir
taşla iki kuş vurmak niyetiyle, Macaristan üzerine sefer için
hazırlıklara başlanması emrini verdi. Fransa Kralı’na da şu mektûbu
yazıp gönderdi:
“... Ben ki Sultânlar Sultânı,
Hakanlar rehberi, yeryüzü hükümdârlarının tacı, Akdeniz’in,
Karadeniz’in, Rumeli’nin, Anadolu’nun, Karaman’ın, Zülkadriye’nin,
Diyarbakır’ın, Azerbaycan’ın, Acem’in, Şam’ın, Mısır’ın, Mekke’nin,
Medine’nin, bütün Arab diyârının (ki ulu atalarım kılıçlarının kuvveti
ile feth etmişlerdi) ve feth eylediğim nice diyârın Sultan ve Pâdişâhı,
Bâyezîd Hân oğlu Selim Hân oğlu Sultan Süleymân Hân’ım.
Sen
ki Fransa vilâyetinin kralı Françesko’sun. Huzûruma, yarar âdemin
Franjan ile mektûp gönderip, ba’zı ağız haberi de yollıyarak,
memleketinize düşman girmiş olduğunu ve hapsedildiğinizi
bildiriyorsunuz. Kurtulmanız husûsunda benden inâyet ve meded
ummaktasın. Her ne ki demişsen, benim huzûruma arzolundu. Şimdi
pâdişâhlara sinmek ve hapis olmak uygun değildir. Gönlünüzü hoş tutun,
kalbiniz kırılmasın. Bizim ulu atalarımız, dâima düşmanı def ve
memleketler feth için seferden uzak kalmamışlardır. Ben de onların bu
yolunu tutup, memleketler, yalçın kaleler fethederek, gece-gündüz atımız
eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmış hâlde bulundum. Cenâb-ı Hak hayırlar
nasîb eylesin. Durumu ve haberleri elçinizden öğrenirsiniz.”
Kanunî,
gönderdiği bu mektûpla üç gayeye hizmeti düşünüyordu. Birinci gaye;
kendinden yardım isteyen kimseyi yardımsız bırakmamak, ona yardım etmek.
İkinci gaye; hıristiyan âleminde bir gedik açabilmek. O zamana kadar
hıristiyan âlemi, müslüman Türk dünyâsına bir bütün hâlinde
saldırmışlardı. Fransızların Türklerle anlaşması, batıdaki hıristiyan
birliğini bozabilirdi. Üçüncü gaye de; Türklere düşmanca davranan
Macarlara haddîni bildirmekti.
932 (m. 1526)
senesi baharında, Osmanlı pâdişâhı Kanunî Sultan Süleymân Hân, her
sefere çıkarken yaptığı gibi, İstanbul’da medfûn olan büyüklerin
kabirlerini ziyâret etti. Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleri, Ebü’l-Vefâ,
Seyyid Ahmed Buhârî, Fâtih Sultan Mehmed Hân, Bâyezîd-i Velî ve Yavuz
Sultan Selim Hân’ın kabirlerinde gözyaşı döküp duâlar etti. Daha sonra
da ordusunun başında; Edirne, Filibe, Sofya, Niş yolu ile Belgrat’a
varmak için yola çıktı. Ordunun içinde; defalarca savaş görmüş gaziler,
ölümü hiçe sayan serdengeçtiler, velîler, garîbler, dervişler, yiğitler
vardı. Binlerce kişilik ordu, baştan başa Rumeli’ni geçti. Hiçkimseye
beş kuruşluk zarar vermeden, bir otu yerinden koparmadan, tam bir
disiplin içinde hedefine ulaştı. Türk kuvvetleri, Macaristan’da fırtına
gibi esmeye başladılar. Macarlar, pek güvendikleri Şarlken’den bile
yardım alamadılar. Neye uğradığını şaşıran Kral Layoş, Osmanlı
kuvvetlerini Mohaç’ta karşılamaya karar verdi. Kanunî Sultan Süleymân
Hân, Drava nehri üzerine yaptırdığı ikiyüz metre uzunluğundaki köprüyü,
ordusunu geçirdikten sonra yaktırdı. Askerin karşısında düşman,
gerisinde en dar yeri ikiyüz metre olan nehir bulunuyordu. Ağustos
sonları idi. Türk ordusu Mohaç tepelerine vardı. Akşam konaklayıp
dinlendiler. Gece sabaha kadar ibâdet edip, zafer için duâ ettiler.
Sabah vakti saf bağlayıp, hep birlikte namaz kıldılar. Namazdan sonra
birlikler yerlerini aldılar. Pâdişâh, son olarak ordusunu savaş
kıyâfetleri ile teftiş etti. Düşman kuvvetlerine yaklaşınca, Kanunî
Sultan Süleymân Hân el açıp, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sancağının
gölgesinde cenâb-ı Hakka şöyle yalvardı:
“İlâhî!
Kuvvet ve kudret senin. Allahım! Tasarruf ve nusret senin. Yâ Rabbî!
Lütuf ve inâyet senin; kerem, mürüvvet ve himâyet senin. Bir bölük
ümmet-i Muhammed fukarasını yerindirme! Düşmanı sevindirme!” deyip,
gözlerinden yaşlar akıttı. Onun bu hâlini gören Osmanlı askeri de
cân-ü-gönülden Allahü teâlâya yalvarıp gözyaşları döktüler. Herbiri
atlarından inip, ağlayarak Hak teâlâya secde ettiler, düşmana karşı
zafer taleb ettiler. Canlarını hak yoluna vermeye azmettiler. Kanları
harekete getirip, İslâm askerini coşturan mehter davulları dövülmeye
başladı. Yeniçeriler, azâblar, akıncılar, bütün Osmanlı ordusu, en
yüksek kumandanından en küçük erine kadar yerinde duramaz oldu.
Heyecanla beklediler. Macarların hareketli bir çelik yığını gibi gelen
askerleri dört nala yaklaştı. Plân gereği gaziler yanlara çekiliyor,
birbirlerine zincirlerle bağlı Macar askerlerini topların önüne doğru
çekiyorlardı. Bunlar arasında, Pâdişâh’ı öldürmeye yemîn etmiş otuziki
Macar şövalyesi de vardı. Şövalyelerden üç tanesi, Pâdişâh’ın yanına
kadar sokuldu. Pâdişâh, üçü ile birden bizzat mücâdele edip, birini
öldürdü. Diğerleri de başka gaziler tarafından öldürüldüler. Bu arada
Türkün savaş oyununa gelen Macar kuvvetleri, merkeze yaklaşınca,
kendilerini meşhûr Osmanlı toplarının karşısında buldular. Hüsrev ve
Bâli Bey’in akıncıları da, Macar ordusunu arkasından çevirdiler. Bir
tarafta bataklık, bir tarafta top ateşi, öbür tarafta akıncı kuvvetleri
vardı. Kral Layoş’un da içinde bulunduğu düşman kuvvetleri ne
yapacaklarını şaşırdılar. Kurtuluşu bataklığa atlamakta buldular.
Bataklık, Macar askerlerini ve Kral Layoş’u derinliklerine çekmiş,
onlara mezar olmuştu. Kanunî Sultan Süleymân Hân, iki saat gibi kısa bir
zaman içerisinde, koca bir Macar ordusunu yok etmiş, şanlı bir zafer
kazanmıştı. Târihler, yirmibir Zilka’de 932 (m. 29 Ağustos 1526) günü
Mohaç zaferinin kazanıldığını yazacaklardı. Mohaç zaferinden sonra,
müstakil Macar krallığı yıkıldı. Budin, Segedin ve diğer yerler
fethedilip, buralarda Osmanlı sancağı dalgalandırıldı. Adâlet te’min
edildi. Erdel voyvodası Zapolya Janos, Macar kralı olarak ta’yin edildi.
Pâdişâh, fetihlerden sonra İstanbul’a döndü.
Kanunî
Sultan Süleymân Han, ömrü boyunca; Belgrat, Rodos ve Mohaç’tan başka;
Viyana, Alman, Irakeyn, Korfo, Boğdan, Budin, Estergon, Tebrîz, Nahcivan
ve son olarak da Zigetvar seferlerine iştirâk etti. Kırkaltı yıllık
hükümdârlığında, onüç büyük sefer yapmış oldu. Bunlardan; Irakeyn,
Tebrîz ve Nahcivan seferleri, Hıristiyan Avrupa kavimleri ile işbirliği
yaparak Osmanlı Devleti’ni arkadan vuran, Eshâb-ı Kirâm düşmanı İran
Safevî devletine karşı yapıldı. Bu fetihler sonunda birçok şehirler
fethedilip, pekçok kimsenin huzûr ve saadete kavuşması sağlandı. Kanunî
Sultan Süleymân Hân zamanında birçok kıymetli kumandanlar yetişip,
denizde ve karada zaferler kazandılar. Preveze ve Cerbe zaferleri,
Osmanlının en meşhûr deniz zaferleri arasında yer aldı. Doğuda ve
batıda, kuzeyde ve güneyde akınlar yapılıp zaferler kazanıldı,
İspanya’dan Hindistan’a kadar, müslümanların yardımlarına koşuldu.
954
(m. 1545) senesinde Avusturya ve Alman kralları, Şarlken ve
Ferdinand’la yapılan İstanbul andlaşması dört sene devam etmiş, bilâhare
on bir senelik bir savaş hâlinden sonra, 969 (m. 1562) senesinde yeni
bir Osmanlı-Avusturya sulh andlasması yapılmıştı. Fakat bu arada
hıristiyan dünyâsı boş durmuyor, doğuda İranlılarla uğraşan Osmanlı
ordusuna rahat vermiyorlardı. İran Safevî devleti, Papa ve hıristiyan
devletlerle irtibât kuruyor, onlarla Osmanlıya karşı andlaşmalar
yapıyordu. Bu andlasmalar gereğince de hıristiyan devletler, Osmanlı
Devleti’nin batısında ba’zı hâdiseler çıkarıyorlar, Avusturya ve
Macaristan’da bu kışkırtmalara katılıyorlardı. 969 (m. 1562)’da yapılan
andlaşmaya muhalif olarak, Avusturyalılar, Osmanlı topraklarına
tecâvüzde bulunup ba’zı kaleleri ele geçirmişlerdi. 969 (m. 1562)
Osmanlı-Avusturya andlaşmasında kabûl ettikleri vergiyi ödemedikleri
gibi, yeni kral ikinci Maksimilyan’ın olumsuz tutumu ve Zigetvar
Kalesi’ndeki düşman kuvvetlerin ahâliyi ta’ciz etmeleri üzerine, Kanunî
Sultan Süleymân Hân, 973 (m. 1566)’de İstanbul’dan hareket etti. Sultan
Süleymân Hân, bu onüçüncü seferine çıktığında yetmişüç yaşındaydı. Bir
takım hastalıklarla durumu iyi olmıyan, ayaklarında nikris hastalığı
bulunan Pâdişâh, zulmün önüne geçmek, ahâlinin huzûr ve güvenini
sağlamak için, hasta haliyle, Osmanlı târihinin en muhteşem askeri
harekâtı kabûl edilen bu sefere çıktı.
Ba’zan
araba, ba’zı yerde taht-ı revân ile giden Pâdişâh, yerleşim merkezlerine
girileceği zaman, hasta olduğunun bilinip devlet idâresinde zaaf
olmaması için ata binerek ilerliyordu. Sultan Süleymân Hân, seferden sağ
dönemeyeceğine inanıyordu. Nitekim İstanbul’dan çıkmadan önce,
payitahtta medfûn olan büyüklerin kabirlerini ziyâret ettikten sonra,
Edirnekapı’da şehirden ayrılacağı sırada, bir mübârek kimse yolunu
kesmişti. O mübârek kimse, duâsını yaptıktan sonra, pâdişâhın bir daha
dönmeyeceğini îmâ ederek; “Pâdişâhım biz senden râzı idik, Hak teâlâ da
senden râzı ola!” demiş ve Pâdişâh da bu seferde vefât edeceğini
anlamıştı. Hastalıktan o kadar sıkıntı çekmesine rağmen, cihâd
sevâbından mahrûm kalarak yatakta ölmemek ve yetmişüç yaşına varan
ömrünün son günlerini Allahü teâlâ yolunda hizmet ile geçirmek için, bu
onüçüncü ve son seferine çıkmıştı.
Kanunî
Sultan Süleymân Hân, Zigetvar seferine çıkarken kendi el yazısıyla
yazdığı vasıyyetnamesinde, oğlu Şehzâde Selîm’e (İkinci Selîm’e) şöyle
vasıyyette bulundu:
“Benim candan sevgili, iki
gözümün nûru Selim Hân’ım! Bu iki bazubendi ve bir çeheri al sandığı,
iki cihan Fahri Muhammed Mustafâ’nın ( aleyhisselâm ) rûhuna
vakfeylemişimdir. Sana vasıyyet ederim; bunları satıp Cidde şehrine su
getiresin. Cümle oda hizmetlileri şâhiddir. Sen benim yazımı bilirsin.
Görelim arzumuzu nice yerine getirirsin. Dünyâ kimseye payidar değildir.
Ümiddir ki, bahasıyla satasız. Hak teâlâ bu seferi mübârek edip, gönül
hoşluğuyla gelmek müyesser ide. Habîb-i ekrem hürmetine aleyhisselâm.”
Pâdişâh,
bu sefere çıkarken, orduya gâzî-dervişlerin katılmasına dikkat
gösterdi. Zamanın evliyâsının büyüklerinden Nûreddîn-zâde Muslihuddîn
Efendi’nin de orduda bulunması, askere ayrı bir huzûr veriyordu.
Zigetvar’a doğru yaklaştıkça, garîbler, dervişler, mübârek ordunun bu
mübârek seferine katılmanın verdiği sevinçle, coşku içinde ya şehîd veya
gâzîlik için duâ ediyorlardı. Onbinlerce kişiden meydana gelen Osmanlı
ordusu, geçtiği yerleri i’mâr ederek, her bölgede, her beldede bir eser,
bir iyilik bırakarak, garîblerin gönlünü alarak yoluna devam ediyordu.
Her şehirde, her köyde, her beldede insanlar, çoluk-çocuk, kadın-erkek,
müslüman-kâfir herkes, bu muhteşem orduyu, beldeler fethedip, arkasında
eserler bırakan, insanları huzûra garkeden bu mübârek insanları
seyretmek, Kanunî Sultan Süleymân Hân’ı can gözü ile bir defa daha
görebilmek için yol kenarlarına doluşuyorlardı. Suçu olmayan hiç kimse
bu muhteşem ordudan korkmuyor, onun varlığından huzûr duyuyordu. 973
sonundan (1566 başından) beri muhasara altında olan Zigetvar Kalesi’ni,
Zerniski Mikloş müdâfaa etmekte idi. Günlerce süren kuşatmada, birçok
kereler umûmî hücumlar yapıldı. Zigetvar kuşatmasından iyice bunalan
Kont Zerniski, Eylül başındaki huruç harekâtında öldürülünce, 21
Safer’de (7 Eylül’de) kale fethedildi. Kanunî, 20-21 Safer (6-7 Eylül)
gecesi vefât ettiyse de, askerin moralinde bozukluk meydana gelmemesi
için, ordudan gizli tutuldu. Bu seferde, Zigetvar dâhil; Güle, Lügos ve
diğer ba’zı kaleler de feth edildi, öldüğü ordudan saklanan Kanunî
Sultan Süleymân Hân’ın cenâzesi, otağında gizlice yıkanıp, Şehzâde
Selîm’in gelmesi için Manisa’ya haber gönderildi. Vezîr-i a’zam Sokullu
Mehmed Paşa, askeri çok güzel idâre edip, Pâdişâh’ın vefâtını hiç
hissettirmeden Belgrat’a kadar geldi. Orada Şehzâde Selîm yetişti.
İstanbul’da tahta çıkmış, Belgrat’a, orduyu ve cenâzeyi karşılamaya
gelmişti. Orada askere pâdişâhın vefâtı bildirildi. Herkes ne yapacağını
şaşırdı. Kırkaltı sene başlarında bulunup zaferden zafere koşturan,
hiçbir seferinde yenilmek bilmeyen bu yüce pâdişâhın öldüğüne
inanamıyorlardı. Fakat hakîkat ortadaydı. Allahü teâlânın habîbi
Resûlullah da ( aleyhisselâm ) ömrünü tamamlayıp vefât etmişti. Doğan
herşey, ölüme mahkûmdu.
Kabûllenmekten başka
çâre yoktu. Yeni Pâdişâh, askerlerle birlikte cenâze namazını kıldıktan
sonra, memleketin nâzik durumunu dikkate alarak, kendisi askerin başında
kaldı. Cenâzeyi İstanbul’a gönderdi. Cenâze, İstanbul’da Süleymâniye
Câmii’nin musalla taşına konuldu. Burada cenâze namazı, beşyüz
mübelliğin (İmâmın sözünü tekrar ederek, duyulmayan yerlere ulaştıran
Cemâatten bir kimsenin) “Erkişi niyetine” sözleri ve tekbîr sesleri
arasında kılındı. Baş tarafı Süleymâniye’de bulunan cemâatin, sonu
Fâtih’de bitiyordu. Kılınan cenâze namazından sonra, kendi yaptırdığı
Süleymâniye Câmii bahçesindeki türbesine gelindi. Cenâze kabre konuldu.
Bu sırada bir çekmece getirilip, kabre konulmak istendi. Şeyhülislâm
Ebüssü’ûd Efendi müdâhale etti. Çekmecenin niçin konulduğunu, dînimizde
kıymetli birşeyin cenâzeyle gömülmesinin mümkün olmadığını söyledi.
Sultan Süleymân Hân’ın vefâtından bir gün önce vasıyyet edip, bu
çekmecenin kendisi ile gömülmesini istediğini bildirdiler. Ebüssü’ûd
Efendi, mutlaka içindekilerin görülmesi gerektiğini, kıymetli birşey
varsa gömülemeyeceğini söyledi. Çekmece Ebüssü’ûd Efendi’ye verilirken,
elden kayıp düştü. Yere bir sürü kâğıt döküldü. Kâğıtların herbirinde
bir fetvâ ve altında şeyhülislâmın imzası vardı. Ebüssü’ûd Efendi,
yazıların altında kendi imzasını görünce, “Sen kendini kurtardın ama,
biz ne yapacağız?” diyerek ağlamaya başladı. Kanunî Sultan Süleymân Hân,
yapacağı her işi şeyhülislâma sormuş, ondan aldığı fetvâ dâhilinde
hareket etmişti. Delîl olarak da, aldığı fetvâların yanında gömülmesini
vasîyet etmişti.
Kanunî Sultan Süleymân
zamanında yapılan birçok fetihler neticesinde, devletin hududları
genişledi. Yavuz’un vefâtında 6.557.000 km2 olan Osmanlı toprakları,
Kânûnî’nin vefâtında 14.893.000 km2yi buldu. Batıda Almanya içlerine
kadar akınlar yapıldı. Doğuda Hazar Denizi’ne ulaşılarak Türkiye-Orta
Asya birleşmesi siyâseti yanında, bütün Arabistan, Ortadoğu dâhil, Hind
Okyanusu’ndan Umman Denizi, Basra Körfezi, Kızıldeniz’e ve Kuzey
Afrika’dan Atlas Okyanusu’na ulaşıldı. Akdeniz Türk gölü hâline geldi.
Atlas Okyanusu’nda, herbiri deniz kurdu olan, Osmanlı levendleri ve
reîsleri dolaşmaktaydı. Afrika sahilleri ile Batı Akdeniz’de; Oruç,
Hayreddîn ve Hızır reîsler, Akdeniz’de; Turgut Reîs, Piyâle Paşa, Sinân
Paşa, Sâlih Reîs, Hind Okyanusu’nda; Hadım Süleymân Paşa, Selman Reîs,
Süveyş’de; Seydi Ali Reîs, Murâd Reîs Osmanlı Sancağını dalgalandırıp,
fetihler yaptılar. Kaptân-ı Derya Barbaros Hayreddîn Paşa Preveze’de,
Turgut Reîs Cerbe’de Haçlı donanmalarını bozguna uğratarak, Türk-İslâm
târihinin en muhteşem zaferlerini kazandılar.
“Türk
Asrı” denilen onuncu (Milâdî onaltıncı) yüzyılda, Osmanlı Devleti’nin
sultânı Süleymân Hân’ın, dünyânın bütün kralları ve beylerine karşı
yüksek otoritesi vardı. Roma-Cermen İmparatorluğu, Portekiz, İspanya,
Fransa, Milano, Napoli, Papalık, Venedik, Ceneviz, Macaristan,
Avusturya, Lehistan, Rus Knezleri, Safevî, Gürgâniyye, Özbek; devlet,
krallık, dükalık ve sultanlığı ile münâsebetlerde bulunuldu. Kırım
Hanlığı, Mekke-i mükerreme Emîrliği, Eflâk, Boğdan Erdel voyvodalıkları,
Ragusa cumhuriyetleri, Osmanlı Devleti’ne tâbi ve imtiyazlı
hükümetlerdi. Roma-Cermen İmparatoru Şarlken’in ülkesinde esâret
hayâtında yaşayan Fransa Kralı Birinci Fransuva kurtarılarak, dünyâ
ticâret ve hâkimiyet siyâseti gereğince imtiyaz verildi. Roma-Cermen
İmparatorluğu, Avusturya, Lehistan ve Safevî devletleri ile sulh
andlaşmaları imzalandı. Gürgâniyye ve Özbek devletleri ile dostluk
te’sis edildi. Dünyânın her tarafındaki müslümanlarla irtibât kurulup,
dertlerine derman olunarak, yardımlarına koşuldu. İspanya’daki Endülüs
müslümanları, hınstiyanların zulmünden kurtarılıp, Kuzey-Afrika’ya ve
Osmanlı topraklarına göçleri sağlandı.
Sultan
Süleymân Hân’ın asıl adından daha fazla bilinip, şöhretli olan “Kanunî”
ünvanı, önceki Osmanlı Kânunnâmeleri’ni ve devri i’câbı, lüzumlu
hükümleri, “Kânunnâme-i Âl-i Osman” adı altında, İslâm Hukuku esasları
dâhilinde toplattırıp tanzim ettirmesinden ileri gelmektedir.
“Kânunnâme-i Âl-i Osman”ın hazırlanmasında, Sultan Süleymân Hân’a,
devrin büyük âlimlerinden olan Ahmed İbni Kemâl Paşa ve Ebüssü’ûd
efendiler yardımcı oldular. Kanunnâme; hukuki, idarî, mâlî, askerî ve
diğer lüzumlu mevzûları içine alan başlıklar altında; ceza, vergi ve
ahâli ile askerlerin kânunlarını ihtivâ ediyordu. Yüzyıllarca tatbik
edilen Kânunnâme’de; tımar ve zeamet sahipleri ile, ahâlinin hukukî ve
mâlî durumları tesbit edilerek, toprakları; uşrî, haracî ve mîrî olarak
birbirinden ayrılmış hükümlerin tatbik şekilleri açıklanmıştır.
Kânunnâme’de bildirilen hükümlerin tamâmı İslâm hukukundan (Hanefî
mezhebine göre) alınarak tanzim edilmiş, fethedilen ülkelerde, “Örfi
hukuk” denilen, önceki idâreden kalan kânunlar ve halkın teamülleri de,
İslâm hukukuna uygunluğu şartıyla Kânunnâme’de yer almıştır. Devleti
idâre etme, hilâfet müessesesinin gerekleri ve sosyal adâlet
husûslarındaki hükümler, bizzat Kanunî tarafından titizlikle tatbik
edildi. Sultan Süleymân Hân; Atlas Okyanusu’ndan Umman Denizi’ne ve
Macaristan, Kırım ve Kazan’dan Habeşistan’a kadar geniş yerleri, Allahü
teâlânın kelâmı Kur’ân-ı kerîmin emirleri ile adâletle idâre etmeye
muvaffak oldu. Kânunnâme’yi hazırlarken ve tatbik ederken, İslâm
âlimlerine danışmadan bir iş ve bir kânun yapmadı. Kanunî Sultan
Süleymân Hân’ın kırkaltı senelik hükümdârlığı zamanında hazırlanan
kânunlar, çok güzel tatbik edilip, devletin teb’asına ve diğer insanlara
huzûr ve saadet kaynağı oldu.
Kanunî Sultan
Süleymân Hân’ın kânunlarında, yanılıp da hakkı çiğneyenlere ne ceza
verileceği açıkça belirtilmiş, tek tek suçlar ve cezaları îzâh
edilmişti. Meselâ; “Bir kimsenin atı, katırı veya öküzü ekine girerse,
beş çomak (değnek) vurup, beş akçe çerime alına” Ancak bu şekildeki
hafif cezalar, sulh zamanı için geçerliydi. Harp ânında cezalar birkaç
kat katlanır, hattâ durumun nezâketine göre idâm cezası bile mümkün
olurdu. Askerin ihtimâmı ve verilen cezâların müessiriyeti ile te’min
edilen disiplin ve ortaya çıkan adâlet sayesinde birçok kaleler, sulh
yoluyla teslim alınırdı. Osmanlı askerine ve adâletine hayran olan
Avrupalı aileler; “Keşke bizim şehrimizi de feth edip, bizi de
idâreleriyle şereflendirselerdi!” temennileriyle iç çekerler, bir
çokları da sınırı geçip Osmanlı’nın adâletine sığınırlardı.
Kanunî
Sultan Süleymân Hân, çevresindeki mümtaz ilim sahibi ulemâya danışarak
hazırlattığı kânun ve nizamlarda, me’mûriyete ta’yin ve azlin esaslarını
da tesbit etmiş, haksızlıklara mâni olarak, rastgele ta’yin ve azlin
önüne geçmiştir. Kendisi de koyduğu kânun ve nizâma tam bir riâyet
göstererek, tatbikata koymuştur. Bu sebeble de, herkes azledildikten
sonra bir daha ta’yin edilmeme korkusuna düşmüş, vazîfelerini bilfiil
icrada daha temkinli ve dikkatli hâle gelmişlerdir. Çünkü kânunlara
uymayan bir hâlinden dolayı azledilen bir me’mûr, bir daha ta’yin
edilemez, makam ve mansıp yüzü göremezdi.
Hiç
kimseye imtiyaz hakkı verilmeyen Osmanlı’da, herkes kazancını bileğinin
hakkıyla kazanırdı. Mevki ve makam babadan oğula mîrâs kalmaz, akıllı
baba vezîr, akılsız oğul çöpçü olabilirdi. Köle, gösterdiği muvaffakiyet
ve sadâkat mesabesinde vezîr-i a’zamlığa kadar yükselirdi. Asâlet
mes’elesi, yalnız Osmanlı hânedanı için mevzûbahisti. Ancak Osmanlı
hânedanının her şehzâdesi, tam bir dikkatle, liyakatli ellerde
yetiştirilir, devlet-i âliyenin başına geçmeye lâyık hâle getirilirdi.
İşin üstesinden gelemiyecek olanlar, tahta geçmesine fırsat verilmeden
bertaraf edilirler, daha lâyık olanlar işi ele alırlardı. Hiçbir
şehzâde, hiçbir pâdişâh, sarayında yan gelip yatamazdı. Hergün, sabahtan
akşama kadar belirli bir programa göre belirli işleri yapmağa mecbûr
tutulurdu. Saray, yeni giren bir çıraktan pâdişâha kadar, herkes için
bir mektep vazîfesi görürdü. Yüksek seviyede eğitim veren Enderun
mektebi de sarayda idi.
Herhangi bir
me’mûriyete ta’yinde; zenginlik, fakirlik, dostluk-ahbablık gözetilmez,
liyâkat ön plâna alınırdı. Zamanın Avusturya sefiri Busbek’in dediği
gibi; “Herkes kendi mevki ve ikbâlinin bânisidir. Türkler, meziyyetin
insanlarda irsiyet yoluyla intikâl ettiğine veya mîrâs kaldığına
inanmazlar. Namussuz, tehbel ve âtıl olanlar, hiçbir zaman
yükselemezler, i’tibâr göremezler, hor ve hakîr olup kenarda kalırlar.”
Kânûnî’nin vezîr-i a’zamlarından Lütfî Paşa, “Âsafnâme” adlı eserinde,
vezirlerin ve paşaların kapılarının halka günde beş vakit açık olduğunu,
herbirinin evinde halkın rahatça yemek yiyip beş vakit namaz kıldığını
anlatmakta ve bunun devamını istemektedir. Vezirin evinin içine kadar,
herşey halka açıktır ve vezîr halkın karnını doyurmakta, ev sahipliği
yapmaktadır.
Osmanlıda vazîfeye ehil olanlar
tayin edilmekte, ta’yin edilenin işine kimse müdâhale edememektedir.
Meselâ, işi devletin dînî cephesini kontrol altında tutmak olan
şeyhülislâm, dîne uymayan herhangi bir harekete, pervasızca müdâhale
edebilmekte ve karşısındaki pâdişâh da olsa vazîfesini hakkıyla icra
etmekteydi.
Tam bir adâlet, disiplin,
hakkaniyet ve Allahü teâlânın rızâsı için konup icra edilen kânun ve
nizâmlar, sâdece Osmanlı vatandaşlarını huzûra gark etmekle kalmamış,
onlardaki huzûr ve refahı gören İngiliz kralının akıllı bir
davranışıyla, İngiltere’de bugünkü demokratik sistemin temeli
atılmıştır. Zamanın İngiltere kralı olan Sekizinci Henry, ânında ve âdil
karar verebilen Osmanlı adliyesini, gönderdiği bir tetkik heyetine
inceletmiş ve kendi memleketinde tatbik etme yoluna gitmiştir.
Halkını
her yönüyle huzûr ve sükûna kavuşturmak isteyen Kanunî Sultan Süleymân
Hân, vergi ve mâlî işleri de yeniden düzenledi. Vergilendirme ve vergi
tahsilinde halka zulmedilmemesine çok dikkat ederdi. Hattâ bir defasında
Hadım Süleymân Paşa yerine Mısır beylerbeyliğine ta’yin edilen Hüsrev
Paşa, Mısır’dan hazîneye dörtyüzbin altın fazla para göndermişti.
Pâdişâh, halka zulmedip haksızlıkla elde edilmiş olabilir düşüncesiyle,
teftiş heyeti göndererek durumu yerinde kontrol ettirdi. Paranın,
yapılan yeni yeni kanallar sayesinde; üretimin artmasıyla ortaya çıkan
fazlalıktan alınan gelir olduğu tesbit edildi. Ancak Kanunî, yine de işe
tam kanâat edemeyip, Hüsrev Paşa’yı vazîfeden alarak, Hadım Süleymân
Paşa’yı yeniden Mısır’a gönderdi ve fazla olan dörtyüzbin altınla da,
yeni su kanalları açılıp, halkın istifâdesine sunulmasını emretti. Bu
kadar büyük işleri başaran dahî Pâdişâh, büyük cihangir; şahsiyeti ile,
icrââtı ile tam bir örnekti.
Zigetvar’da
onüçüncü seferi esnasında, 20-21 Safer 974 (6-7 Eylül gecesi 1566)
târihinde vefât eden Kanunî Sultan Süleymân Hân, iyi bir komutan,
teşkilâtçı bir devlet adamı olup, âlim ve edîbdi. Vakûr, azîm ve irâde
sahibiydi. Akıllı hareket ettiğinden hep muvaffak oldu. Adam seçmesini
ve yetiştirmesini gayet iyi bildiğinden, devlet kadrosunda kıymetli
şahsiyetleri vazîfelendirdi. Hoşgörü sahibi olmasına rağmen, din ve
devlet aleyhine olan hareketleri hiç affetmezdi. İleri görüşlü olup,
anlayışı kuvvetliydi. Milletin ve askerin psikolojisini iyi bildiğinden,
çok sevilirdi. Hayâtı seferden sefere koşmakta ve muharebe
meydanlarında geçen Kanunî Sultan Süleymân Hân’ın devrinde Osmanlı
Devleti çok zenginleşti. Kırkaltı yıl süren saltanatı müddetince,
İslâmiyeti yaymaktan başka birşey düşünmedi. Bu düşücesini, Gâzî Bâli
Bey’e yazdığı mektûp çok güzel ifâde etmektedir.
Kanunî
Sultan Süleymân’ın gençlik çağında, 932 (m. 1526) senesinde kazanmış
olduğu Mohaç Meydan Muharebesinde, Macar ordusunu arkadan çevirerek onu
tamamen mahveden Semendire Sancakbeyi Gâzî Bâli Bey, Mohaç Harbi’nden
yıllar sonra sancakbeyliği alâmeti olarak kendinde mevcût olan iki
tuğ’un üçe çıkarılmasını rica ederek, pâdişâhtan bir tuğ daha istemişti.
Terfi ve terakkinin muayyen yaş, kıdem ve hizmet mukabilinde olduğunu
bilen Kanunî, Gâzî Bâli Bey’e şu mektûbu yazdı:
“Yârigârım ve muhterem lalam Gâzî Bâli Bey!
Berhüdar olasın, yüzün ak olsun.
Bizden
bir tuğ dahî arzu eylemişsin. Henüz bir tuğ zamanı değildir. Sana
Muhammed Mustafâ’nın ( aleyhisselâm ) fetih tuğunu verdik. Bu ihsân
üzerine iyilik olmaz. Bunun şükrünü bilip, yerine getiresin. Bilesin ki,
bey olmak iki kefeli terazidir. Bir kefesi Cennet ve bir kefesi
Cehennem’dir. Bir an adâletle hükmetmek, yetmiş yıllık ibâdetten
efdaldir. Âhıreti hatırdan çıkarmayasın. Serasker olduğun yerlerde ve
hükmünün geçtiği mahallerde bir kimseye zulüm ve düşmanlık etmekten
şiddetle sakınasın. Âhırette bize hitâb olunursa, senin yakana
yapışırım. “Ol vilâyetleri kılıcımla fetheyledim” demiyesin. Memleket,
Allahü teâlâ hazretlerinindir. Dikkat edip, nefsine gurûr getirmeyesin.
Feth olunan kalelerin mal ve erzakını hep Beyt-ül-mâl için almışsın.
Buna rızâ-yı hümâyunum yoktur. Beştebirini alıp, geri kalanını İslâm
askerlerine dağıtasın. İslâm askerinin ihtiyârlarını baba, orta
yaşlılarını kardeş ve gençlerini oğul bilesin. Babalara hürmet edesin,
oğullara şefkat gösteresin. İslâm askerine hiç bir veçhile zorluk
çektirmeyesin. Ni’meti bol veresin. Eğer hazînen tükenirse, buraya
bildiresin ki, sana bir iki bin kese göndermekten aczim yoktur. Halkın
fakirlerini, rencide ettirmekten şiddetle kaçınasın ki, bizim halkımızı
rahat görüp, küffâr halkı imrensinler, meyl ve muhabbetleri bizim tarafa
olsun. Bir kimseyi hizmetinde kullandığın zaman da, sakın evvelki
hâline i’timâd etmeyesin. Çok kimseler vardır, elinde fırsat olmadığı
zamanda zâhidlik ve iyilik yüzü gösterip, eline fırsat geçtiği zaman
Fir’avn ve Nemrud olur. Ol kimseleri tecrübe edip göresin. Eğer evvelki
hâli son hâline uygunsa, hizmetinde kullanasın. İmdi, ey Gazi Bâli Bey!
Sana dahi nasihatim odur ki; atın yürüğünü, kılıcın keskinini ve beyin
bahadırını saklayasın. Allahü teâlâ hazretleri, yolunu açık ve kılıcını
keskin eyleye ve seni Küffâr-ı hâksâr üzerine mensûr ve muzaffer
eyleye...”
Sultan Süleymân Hân, ta’kib ettiği
âlemşümûl siyâsetle, Almanya içinde hıristiyanlıkta yeni bir mezhep
kuran Martin Luther ve taraftarı protestanları desteklemiştir.
Avrupa’nın en mahrem yerlerine kadar ulaşan teşkilâtlı istihbarat ağı
sayesinde, her türlü hâdiseden haberdâr olan Kanunî Sultan Süleymân Hân,
Almanya ile İspanya’yı birbirinden ayıracak olan Martin Luther’i daha
ilk ortaya çıkışında keşfetti. Martin Luther’in günlük yediği yemeğe
kadar, her türlü hâl ve hareketlerinden haberdâr oldu. Martin Luther’i
kullanarak da Avrupa’yı parçaladı. Yıllarca sürecek olan Avrupa iç
çekişmelerini hazırlayarak, Osmanlı Devleti’nin karşısında güçlü bir
birliğin meydana gelmesine mâni oldu.
Kanunî
Sultan Süleymân Hân, âlimlere ve Allah dostlarına çok hürmet eder, her
birine hâllerine göre izzet ve ikramlarda bulunurdu. Sümbül Efendi ve
talebesi Merkez Efendi’ye, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin
halîfelerinden Baba Haydar’a ve İstanbul’daki diğer evliyâya çor hürmet
gösterirdi. Ömrünün sonuna doğru, Nûreddîn-zâde Muslihuddîn Efendi’yi
yanından hiç ayırmaz olmuştu. Âlimlere danışmadan hiçbir iş yapmaz,
Allah dostlarının nazarlarını üzerinden eksik etmezdi. Âlimler için
medreseler, evliyâ için tekkeler yaptırır, fethettiği yerleri câmilerle
ma’mûr ederdi.
İstanbul’da su sıkıntısı baş
gösterip, bir at tulumu su onbeş akçeye çıkmıştı. Zamanın sultânı
Kanunî, şehre getirilmeye münâsip bir su bulunmasını Hassa mîmârı Mîmâr
Sinân’a havale etti. O da araştırıp soruşturdu. Gerekli inceleme ve
tetkikten sonra, Kâğıthâne civarında böyle bir suyun bulunduğunu, şehre
getirmenin mümkün olduğunu Pâdişâh’a arz etti. Pâdişâh bu haberden çok
memnun olup; “Bu suların şehre getirilmesi nasıl mümkün olur?” diye
sordu. Mîmâr Sinân; “İki yol vardır sultânım! Birincisi, halkınızın
haddi hesabı yoktur. Siz ferman edince, cümlesi hizmete can verirler.
İkinci yol ise; herkese ücret karşılığı iş verilmesidir. Masrafının
hazîneden karşılanıp, işin mükemmelce yapılmasıdır” dedi. Pâdişâh Kanunî
Sultan Süleymân Hân, başını salladı ve; “Birinci söylediğiniz yolun
bize faydası olmaz. El hayrı olur. Kendi malımızdan sarf edelim ki;
ihtiyâr, zayıf kimseler, dul kadınlar ve yetim çocuklardan duâ alalım,
inşâallah..” deyip, mes’elenin hallini emretti. Kâğıthâne’den getirilen
güzel sular, asırlarca bağrı yanıkların ciğerlerini serinletti. O yüce
Pâdişâh’a bol bol duâlar edilmesine vesîle oldu.
İstanbul’da
yapılan en muhteşem eser, şüphesiz Kanunî Sultan Süleymân Hân
tarafından Mîmâr Sinân’a yaptırılan Süleymâniye külliyesidir. Halk
arasında yaygın olan şu söz, gerçeğin tam ifadesidir. “Süleymâniye’nin
sahibi Süleymân, mîmârı Sinân, hamuru îmândır.” Fâtih Sultan Mehmed
Hân’ın kurduğu Sahn-ı semân medreselerinin ilmî bütünlüğünü tamamlamak;
Sahn-ı Süleymân ve külliyesine nasîb olmuştur. İstanbul’un yedi
tepesinden birinin üstünde kurulan Süleymâniye külliyesi; câmi-i şerîf,
tıp fakültesi, dört medrese, mülâzimler medresesi, hadîs-i şerîf
medresesi (Dâr-ül-hadîs), hastahâne (Bîmârhâne), imâret, tabhâne,
dâr-ül-kurrâ (Kur’ân-ı kerîm kırâatinin öğretildiği medrese) ve
türbelerden meydana gelmektedir.
Fâtih Sultan
Menmed Hân’ın yaptırdığı Sahn-ı semân medreselerine girebilmek için, ilk
önce orta öğretim seviyesindeki tetimme medreselerinden birinden me’zûn
olmak ve bir sene de hazırlık okumak mecbûrî idi. Sahn-ı Süleymâniye’ye
kabûl edilebilmek için de, mûsıla-i sahn adı verilen ara fakülteyi
bitirmek îcâbediyordu. Bu ara fakülteyi bitirenler, Süleymâniye
medreselerinden birine kabûl edilirlerdi.
Zamanla
yetişen çok sayıdaki ilim ehline iş bulmak imkânı azaldı. Ta’yin
işlerinde ba’zı aksaklıklar görülmeye başlandı. Zamanın şeyhülislâmı
Ebüssü’ûd Efendi’nin teklifi ile “Mülâzemet usûlü” getirildi. Kânûnî’nin
en gözde icrââtlarından biri olan bu usûle göre; medrese me’zûnları,
me’zûniyet zamanı ve aldıkları yüksek notlara göre bir sıraya tâbi
tutuldular. Bu arada me’zûniyet sonrasında ilimden uzak kalmamaları için
de, ileri gelen âlimlerin yanında bir nevî staj gördüler. Sırası gelen,
uygun görülen hizmetlerde vazîfelendirildi. Böylece ileride ortaya
çıkabilecek, hatır-gönül ve iltimas şaibelerinin önüne gelçildi.
Her
Osmanlı pâdişâhı gibi, Kanunî Sultan Süleymân Hân da kul hakkına çok
riâyet eder, âhırette kendinden hesap sorulmasından çok korkardı.
Çeşitli hizmet birimlerinden meydana gelen Süleymâniye külliyesi
tamamlanınca, mîmârından işçisine kadar, orada çakışanlardan helâllik
almak istedi. Süleymâniye külliyesine hizmeti geçen herkesin
toplanmasını emretti. Verilen gün ve saatte herkes geldi. Yüzleri nurlu,
elleri nasırlı insanlar, endişeyle toplandılar. Acaba bir hatâ mı
işledik, bilmeden bir kusurumuz mu oldu, diye düşündüler. İnsanların
hakkı geçmemesi için onları bekletmekten de hoşlanmayan Sultan Süleymân
Hân, saatinde geldi. Kendisi için hazırlanan yere geçti. Binlerce
kişiden çıt çıkmıyordu. Sultanlar sultânı, en tatlı sesiyle, önce Allahü
teâlâya hamdetti. Sonra Peygamberler Sultânına ( aleyhisselâm ) salevât
getirdi. O’nun ( aleyhisselâm ) güzel ve güzide Eshâbını (r.anhüm)
hayırla andı. Sonra da ecdadına ve bütün din kardeşlerine Fâtihalar
gönderip, duâlarda bulundu ve:
“Ey din kardeşlerim!... Can kardeşlerim!
Görüyoruz
ki, bu câmi-i şerîf tamamlanmıştır. Ona emeği geçenlerin cümlesinden,
Kadir Mevlâm râzı olsun! Ancak, hemen şunu söylemek istiyorum ki,
çalışıp da hakkını alamamış veya az almış kim varsa, gelip bizden
istesin...” dedi. Kalabalıktan çıt çıkmadı. Yüce Pâdişâh, sözüne devam
edip; “Olabilir ki, hakkını alamıyan kimse burda değildir. Burda
olanlara ahdim olsun ki, gelmiyenlere söyliyeler. Onlar da gelip,
haklarını bizden alalar” dedi.
Tabiî hiç kimse
çıkıp benim şu hakkım var demedi. Çünkü hiç kimsenin hakkı kalmamıştı.
Vesîkaların tetkikinden anlaşıldığına göre; inşâatın en kesif olduğu
zamanlarda bile, çalıştırılan at, merkep ve katırların çayıra salınma
saatlerine bile bilhassa dikkat edilmiş, hiçbir mahlûkâtın hakkına
tecâvüz edilmemesine gayret gösterilmiştir.
Tamamlanmış
olan Süleymâniye Câmii’nin açılış günü gelince, Pâdişâh,
çevresindekilere dönüp istişâre etti. “Câminin kapısını önce açmaya, kim
lâyık ola?” dedi. Hak ve hukuku gözetmekte kendisine yardımcı olan
yakınları; “Mîmâr Ağa, azîz bir pîrdir. Cümleden lâyık, ol
emekdârınızdır” dediler. Bunun üzerine Pâdişâh, Mîmâr Sinân’a dönerek;
“Bina eylediğin şu mübârek câmiyi; sıdk-u safâ ve duâ ile senin açman
evlâdır” buyurdu. 964 (m. 1557) senesinde açılan o câmide, nice mübârek
kimseler, yıllarca, göz yaşı döküp Allahü teâlâya ibâdetle meşgûl
oldular.
Zamanın en büyük ve en âdil pâdişâhı
olan Kanunî Sultan Süleymân Hân, Budin seferinden dönüyordu. Edirne
yakınlarında bağ ve bahçeler arasında yollarına devam ediyorlardı.
Öncüler, Yeniçeriler, peşinden de cihan sultânı Kânûnî geliyordu.
Çoluk-çocuk, herkes yollara dökülmüş, muhteşem ordusunun başında
cihâddan gelen şanlı Süleymân’ı görüp selâmlamaya çıkıyordu. Pâdişâh,
doru atının üzerinde vakûr ve sevimli bir şekilde ilerliyordu. Bu sırada
bir köylü, elindeki küreği fırlattı. Pâdişâh’ın atı ürktü. Çünkü kürek,
atın ayaklarına çarpmıştı. Muhafızlar adamcağızı hemen yakaladılar.
Pâdişâh bırakmalarını emretti. Köylüyü huzûruna getirdiler. Pâdişâh
müşfik bir sesle; “Derdin nedir, ey müslüman?” diye sordu. Adamcağız
rahatlayıp; “Sultânım, biz fakir köylüleriz. Birkaç dönüm arazîmiz
vardır. Yazın eker, kışın yeriz. Dünden beri geçen askercikleriniz,
ekinlerimizden bir kısmını ezdiler. Ya bunları öder, küreğimizin hakkını
teslim edersiniz veya sizi şikâyet ederiz” dedi. Yeryüzünün tek sultânı
Kanunî Sultan Süleymân Hân, hayretle; “Peki!.. Bizi kime şikâyet
edeceksin?” diye sordu. Köylü; “Size, Kanunî demezler mi Pâdişâhım?
Kânuna şikâyet ederiz, kânuna!” dedi. Köylünün sözlerinden çok memnun
olan Kanunî, birçok ikramlarda bulundu. Böyle kendisini doğru yola
çekecek teb’ası bulunduğu için Allahü teâlâya hamdetti.
Yine
bir defasında kadının biri, Pâdisâh’a, geceleyin evinin soyulduğundan
şikâyetçi oldu. Kanunî Sultan Süleymân Hân, hırsızın evin içine kadar
girip, hiçbir şey bırakmadan alıp gitmesine hayret edip; “Ne için o
kadar derin uyudunuz, mukayyet olmadınız?” diye sormaktan kendisini
alamadı. Kadın hiç tereddüt etmeden; “Biz seni uyanık bilirdik de, onun
için rahat uyuduk pâdişâhım!” diye karşılık verdi. Pâdişâh da kendisinin
suçlu olduğunu kabûl edip, zararı tazmin etti.
Avrupa
hıristiyanlarının, Papa’nın kışkırtması ile bir araya gelip Osmanlı
topraklarına saldırmaya teşebbüs etmeleri üzerine, sultanlar sultânı
Kanunî Sultan Süleymân Hân, ordusunu toplayıp sefere çıktı. Târihlere
şan veren ordu ağır ağır ilerliyor, hedefine bir an önce ulaşmak için
gayret sarfediyordu. Havalar da iyice ısınmıştı. Hıristiyanların
oturduğu bir beldeden geçerken, yolun dar olması sebebiyle, ba’zı
askerler üzüm bağlarının içinden yürüdüler. Üzümler olgunlaşmış,
susuzluktan dudağı çatlamış olan askerlere; “Al beni, ye beni” dercesine
bakıyordu. Askerlerden biri dayanamayıp, sahibinin haberi olmadan bir
salkım üzüm kopardı. Yerine de, bir keseye koyduğu parayı bağladı. Üzümü
de yedi. Çok geçmeden mola verildi. Ordunun arkasından, kan-ter içinde
hıristiyan bir köylünün geldiği görüldü. Köylüyü komutana götürdüler.
Çok heyecanlı olan köylü, komutanın eline mi, ayağına mı kapanacağını
bilemedi. Bir asker, kendi bağından kopardığı üzümün yerine para
bırakmıştı. Bağında başka bir zarar yoktu. Böyle bir askere ve
komutanına, elbette teşekkür edilmeliydi. Ama komutan bu habere hiç
sevinemedi. Bir askerinin, başkasının malını izinsiz almasını bir türlü
kabûl edemiyordu, tellâllar çağırtılıp, o asker bulundu. Bu arada,
Pâdişâh da hâdiseyi öğrenmişti. Hemen o askerin ordudan atılmasını
emretti ve; “Kursağında haram lokma bulunan bir askerin bulunduğu ordu
ile zafer ve nusret müyesser olmaz” buyurdu. Hıristiyan köylü, üzümü
alan askeri taltif ettirmek için geldiğini, hâlbuki işin tersine
döndüğünü arzedince, komutan; “Eğer o asker parayı bağlamamış olsaydı,
bu ordunun adı zâlimler ordusu olurdu, işte o zaman o askerin kellesi
giderdi. Parayı asmaya bağlamakla kellesini kurtardı. Ama sahibinden
izinsiz mal almakla da, seferden men cezasına çarptırıldı” dedi ve o
kahraman ordu yoluna devam etti. Belgrat yakınlarında bir yerde
konaklama emri verildi. Askerler, çevredeki su ve çeşmelerden istifâde
edip abdestlerini tazelemeye, susuzluklarını gidermeye çalışıyorlardı.
Çeşmelerden birinin yakınlarında bir manastır vardı.
Manastırın
rahibi, Osmanlı askerinin durumunu öğrenip, haçlı askerlerini haberdâr
etmek için, manastırdaki rahibelerden birkaçını süsleyip, ellerine
verdiği testilerle çeşmeye gönderdi. Rahibelerin geldiğini gören Osmanlı
askerleri, hemen çeşmenin başından ayrılıp, rahibelere sırtlarını
döndüler. Rahibeler testilerini doldurup gidinceye kadar kimse dönüp
kızlara bakmadı. Rahibeler gelip, durumu rahibe anlattılar. Rahip,
koparılan üzümlerin yerlerine para bırakıldığını duymuştu ama, bu
kadarını beklemiyordu. Bunlar ne biçim insanlardı. Malda mülkte gözleri
yok, kadına kıza iltifât etmiyorlar, memleketlerinden günlerce
uzaklardaki yerlere kadar geliyorlar, korku ve endişeden uzak bir
şekilde canlarını feda ediyorlardı. Hemen kâğıt kalem istedi. Osmanlı
askerlerinin karşısına çıkmak için hazırlanan haçlı orduları
kumandanlarına mektûp yazdı. Mektûbunda; “Ey haçlı kumandanları!.. Siz
bu ordu ile nasıl başa çıkabilirsiniz? Bu insanlar, canlarına ehemmiyet
vermiyorlar, çünkü Allah yolunda komutanları emrinde çekinmeden can
veriyorlar. Biliyorlar ki, gidecekleri yer Cennettir. Kadına, kıza,
ehemmiyet vermiyorlar, yanlarına gönderdiğim rahibelere sırtlarını
döndüler. Mala-mülke ehemmiyet vermiyorlar, bütün mal ve mülklerini
terkederek cihâda çıkıyorlar. Herkese karşı iyi davranıp, kimseye
zulmetmiyorlar. Ey haçlı kumandanları!.. Siz, onlardaki bu hasletleri
ortadan kaldırmadan karşılarına çıkmayınız. Eğer onlarla savaşmaya
kalkışırsanız, binlerce askerinizin canına mal olacak acı bir tecrübeden
başka birşey elde edemezsiniz” dedi. Ancak haçlı kumandanları, kahraman
Osmanlı askerlerinin kılıçlarına yem olmak için birbirleriyle adetâ
yarış ettiler. Osmanlı askerine yeni yeni zaferler kazandırdılar.
Avrupalılar, kendi kötü hasletlerini Osmanlılara da aşıladıkları zaman
onları yenebileceklerini yıllar sonra anladılar. Faaliyetlerini o yönde
yoğunlaştırdılar.
Sultan Süleymân Hân devrinde,
Osmanlı Devleti’nin kara ve deniz ordusu dünyâda birinci idi. Kültür ve
san’at faaliyetleri doruk noktasındaydı, ilim, kültür ve san’at
müesseselerinde, Kânûnî’nin himâyesinde kıymetli şahsiyetler yetişip,
herbiri eşsiz eserler verdiler. Devrinde yetişen; tefsîr, hadîs, fıkıh
ve diğer İslâm ilimlerinde; Ahmed İbni Kemâl Paşa, Ebüssü’ûd Efendi,
Zenbilli Ali Cemâlî Efendi, Taşköprü-zâde, Kınalı-zâde Ali Efendi,
Celâl-zâde Mustafa Bey, Halebî İbrâhim Efendi, Coğrafya’da Pîrî Reîs ve
Seydi Ali Reîs ile Anadolu atlası sahibi Matrakçı Nâsuh, hattâtlıkta
Şeyh Hamdullah’ın oğulları ve talebeleri meşhûrdu. Şiirde,
“Sultân-üş-şu’arâ” Bakî Efendi’nin üstünlüğünü herkes kabûl ederdi.
Tasavvufta; Sünbül Sinân Efendi, Merkez Efendi, Pâdişâh’ın defalarca
ayağına gittiği Baba Haydar Efendi, Pâdişâhın süt kardeşi Beşiktaşlı
Yahyâ Efendi, Germiyanlı Ya’kûb Efendi ve halîfeleri meşhûr oldu.
Çiftçilik, alçı, çini, ayna, hakkaklık, dokuma ve halı san’atları çok
ileri seviyedeydi. Bu devirde yetişen Mîmâr Koca Sinân, Türk-İslâm
san’atının birer şaheseri olan eserler yaptı.
Pekçok
hayrat ve iyilikleri olan Sultan Süleymân Hân, çok da eser yaptırdı,
İstanbul’da Süleymâniye Câmii ve külliyesi, Sultan Selîm, Şehzâdebaşı,
Cihangir câmilerini, Rodos’ta kendi adıyla anılan bir câmi, yine
Anadolu, Rumeli ve Adalar’da muhteşem câmiler, medreseler, hastahâneler,
yollar, köprüler yaptırdı. Bağdad’da İmâm-ı a’zam ve Abdülkâdir-i
Geylânî hazretlerinin, Konya’da Hazreti Mevlânâ’nın türbelerini ta’mir
ettirdi. Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye birçok hayır ve
hasenatta bulundu.
Avrupalıların “Muhteşem
Süleymân”, müslümanların “Şanlı Süleymân” lakablarıyla yâd ettikleri
Kanunî “Muhibbî” mahlası ile çok güzel şiirler yazdı. Şiirlerinden bir
kısmı dîvânında toplandı.
Kanunî Sultan
Süleymân Hân, ağaçların karıncalar tarafından istilâ edildiğini görüp,
karıncaların kırılması husûsunda, zamanın şeyhülislâmı Zenbilli Ali
Efendi’den fetvâ istedi. Suâli şiir şeklinde olup, şöyleydi:
“Dırahtı (ağacı) sarmış olsa karınca,
Zarar var mı karıncayı kırınca.”
Zenbilli Ali Efendi de, bu zarif suâle yine şiirle cevap verip, suâl kâğıdının altına şu beyti yazdı:
“Yarın dîvânına Hakkın varınca,
Süleymân’dan alır hakkın karınca.”
Kânûnî’nin şiirlerinden ba’zıları şöyledir:
“Son nefeste sakla îmânım benim,
Bulmaya yol âna şeytân-ı racîm,
Mustafâ’nın ( aleyhisselâm ) hürmetine, ilâhî!
Sen müyesser eyle Cennât-ı nâim.”
“Allah Allah diyelim, râyet-i şânı çekelim,
Gözüne sürme deyü dûdî siyahı çekelim,
Pâyimâl eyleyelim kişverini surh-u serin,
Yürüyüp her yana dek, şarka siyahı çekelim.”
“Halk içinde, mu’teber bir nesne yok, devlet gibi,
Olmaya devlet, cihanda, bir nefes sıhhat gibi.
Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdır.
Olmaya baht ve saadet, dünyâda vahdet gibi.
Ko, bu iş ve işreti (yeme içmeyi) çünkü, fenâdır akıbet,
Olsa kumlar sayısınca ömrüne hadd ve adet.
Gelmeye bu şîşe-i cerh-i cerh içre bir saat gibi.
Eğer huzûr etmek dilersen, ey Muhibbî, fariğ ol,
Olmaya vahdet makamı, kûşe-i uzlet gibi.”
Terci’-i bend
“Âlemin her köşesi berhevâ ve berhâdır gider,
Kimi şâdân kimi gamkîn ah ile vâdır gider,
Herkesin bir hâli var amma ki dünyâdır gider,
El güler ben ağlarım, bir hoş temaşadır gider.
Ey gönül cây-ı ikâmet içün değildir bu cihan,
Kim ki gelmiştir buna, âhır gider ol bağrı kan,
İnleyüp derd ile ağlarsan yeridir her zaman,
El güler ben ağlarım, bir hoş temâşâdır gider.
Merd isen ey dil sakın umma bu dünyâdan vefâ,
Mehrin umsan eylemez mehr-ü-vefâ asla sana.
Ânın içün buna rağbet eylemez ehl-i safa
El güler ben ağlarım, bir hoş temâşâdır gider.
Âlem içre hiç benim bir kimse bilmez hâlimi,
Ölür isem kimseye arz eylemem ahvâlimi.
Gör neler etmiş dahî neyler bu çârh-ı zâlimi,
El güler ben ağlarım, bir hoş temaşadır gider.
Ey Muhibbî, âlem içre çünki hiç gitmez gamın,
Eksik etme işin çeşmin, geceler artsın demin,
Ola kim bunun ile derde bulasın merhemin,
El güler ben ağlarım, bir hoş temaşadır gider.
Bu
güzel şiirlerin yazarı olan Kanunî Sultan Süleymân Hân’ın vefâtı
üzerine, zamanın en meşhûr âlim ve şâirlerinden Bakî Efendi bir mersiye
yazdı. Mersiyesinin ba’zı mısralarında şöyle demektedir:
Gün doğdu. Şâh-ı âlem uyanmaz hâbdân?
Kılmaz mı cilve hayme-i gerdûn cenâbdan?
Yollarda kaldı gözlerimiz gelmedi haber,
Hâk-i cenâb-i südde-i devlet meâbden;
Yansun yıkılsın âteş-i hicranla âfitâb,
Derdinle kaare çullara girsün sehâbdan.
Yâd eylesün hünerlerini kanlar ağlasun,
Tîğın boyunca kâareye batsun kılâbdan.
Aldun hezâr put-gedayi mescid eyledün,
Nâkûs yerlerinde okuttun ezanları.
Âhır çalındı kûs-i râhil ettin irtihâl,
Evvel konağın oldu bustanları...
Minnet Hudâ’ya iki cihanda kılup sa’îd,
Nâm-ı şerîfin eyledi hem gaazi hem şehîd.
Allahü
teâlânın sevgili kullarım nerede olursa olsunlar arayıp bulan Kanunî
Sultan Süleymân Hân, o mübârek kimseler için bütün imkânlarını seferber
eder, rahatça hizmet etmelerini te’min ederdi. Ancak, fazlaca güvenini
kazandığı için fevkalâde yetkiler verdiği vezîr-i a’zamı Makbûl İbrâhim
Paşa, Allah dostları ile arasına perde olmaya başlamış, onların
gönülleri ferahlatan güzel sohbetlerinden Pâdişâh’ı mahrûm bırakmaya
kalkışmıştı. O sırada Mısır evliyâsının büyüklerinden olan İbrâhim
Gülşenî de İstanbul’a gelmiş, Pâdişâh’ı ziyâret etmeyi arzu etmişti.
İbrâhim Paşa, nâmını çok duyduğu İbrâhim Gülşenî’nin Pâdişâh’la
görüşmesine mâni olmak istemişti. İbrâhim Paşa, her fırsatta Şeyhülislâm
İbn-i Kemâl Paşa’ya, kadıya, devlet ileri gelenlerine İbrâhim
Gülşenî’yi hep kötüledi. Hiç kimseden yüz bulamayınca, Sultan Süleymân
Hân ile görüşememesi için çâreler aramaya başladı, İbrâhim Gülşenî’ye
iyi davranarak, Mısır’a geri göndermeyi de düşündü. Birgün talebeleri,
gözleri görmeyen İbrâhim Gülşenî’yi, Eyyûb’de omuzlarında tezkere ile
götürüyorlardı. Sultan Süleymân da Kâğıthâne’den kayık ile geliyordu.
Karşıdan bu topluluğu gördü. Yüksek bir kimsenin cenâzesi zannetti.
Bostancıbaşı İskender Ağa’ya: “Bu meyyit kimindir?” diye sordu.
Bostancıbaşı: “Efendim, İbrâhim Gülşenî’dir. Mısır’dan Sultânımı
ziyârete geldi” dedi. Sultan Süleymân Hân:
“Çoktan
mı geldi?” Ağa; “Altı aydan fazla oldu efendim” dedi. Sultan Süleymân
Hân; “Acaba şimdiye kadar kendileri ile neden müşerref olamadık? Neden
arz etmediler?” dedi. İbrâhim Paşa: “Efendim, İbrâhim Gülşenî’nin
İran’da, Mısır’da, devlet adamlarından, beylerden çok talebesi var. Onu
Mısır’da durdutmamak lâzımdır” deyince, Bostancıbaşı, İbrâhim Gülşenî’yi
Pâdişâh’a medh etti. Üstünlüklerini, hâllerini uzun uzun anlattı.
İbrâhim Paşa’nın yanıldığını söyledi. Sultan Süleymân Hân’ın kalbi
İbrâhim Gülşenî’ye ısınmış ve görüşmek arzusu uyanmıştı, İbrâhim
Paşa’ya; “Şeyh İbrâhim Gülşenî hazretleri bu kadar uzun zamandır burada
olduğu hâlde, niçin bizimle görüştürmediniz? Yarın da’vet eyle” diye
emir verdi. Ertesi gün Sultan Süleymân Hân, İbrâhim Paşa’dan evvel
Kapıcıbaşı Rüstem Ağa’yı İbrâhim Gülşenî’yi da’vet için gönderdi. Rüstem
Ağa edeble huzûruna vardı. Pâdişâh’ın selâmını söyledi. Da’vet etti.
İbrâhim Gülşenî, da’veti kabûl etti. Rüstem Paşa’ya; “Vezîr-i a’zam
olasın” diye duâ etti.
Rüstem Paşa bu duâdan
sonra sadr-ı a’zam ve Pâdişâh’a dâmâd oldu. İbrâhim Gülşenî, talebeleri
ile saraya geldi. Onların geldiklerini gören İbrâhim Paşa’nın kin
damarları kabardı. Onların gelişini sarayın penceresinden seyreden
Pâdişâh’a gitti. “Bu hâl, Mısır’a sultan olma iddiasıdır” dedi. Bunun
üzerine Sultan Süleymân Hân; “Ben İbrâhim Gülşenî’yi öyle görürüm ki,
bütün dünyâyı verseler iltifât etmez. Garazla arz münâsip değildir” diye
cevap verdi. İbrâhim Paşa: “Eğer İbrâhim Gülşenî sizinle görüşürse,
sizi sihirle aldatmağa kalkabilir. Onun için bir an evvel Mısır’a
gönderelim. Yanınıza gelmeden emir çıkarın ki, memleketin selâmeti için
bu daha iyi olur” dedi. Sultan Süleymân Hân; “Ben onu uzaktan bir pîr-i
fânî gördüm. Cezbesi kalbime ferahlık verdi. Hele gelsin görelim” dedi.
İbrâhim Gülşenî’nin talebeleri, hocalarını Sultan Süleymân’ın odasının
kapısına kadar tezkere ile getirdiler. Kapıdan, kapıcıbaşı alıp huzûra
getirdi. Gözleri görmüyordu. Yüksek sesle selâm verdi. Sultan Süleymân
Hân da selâmını sesli aldı. Sultan Süleymân Hân, İbrâhim Gülşenî’yi
kucakladı. İbrâhim Gülşenî de Sultan Süleymân’ı kucakladı. Sultan
Süleymân Hân’ın elleri ve ayakları gerildi. İbrâhim Gülşenî’nin
kucağında o koca gövdesi ile bir çocuk gibi kaldı, İbrâhim Gülşenî, o
zaman yüzdört yaşında idi. Sultan Süleymân’a çok nasihat etti. Sultan
Süleymân Hân, hüngür hüngür ağladı. “Pâdişâhım, her hâlinde Allahü
teâlâyı hazır bil. Verdiğin kararların hepsinin hesabını, O’nun
huzûrunda vereceğini unutma. Âlimlere hürmet et. Onlara iyi davran,
sakın inâd edip onlarla uğraşma. Onların kuvveti Allahü teâlâdandır.
Herkesin hakkına riâyet et. Emrin altındakilere ihsânını bol ver. Zulm
edersen zâlimlerden olursun. Bizden, Allahü teâlâya gidecek yolu sor.
Dergâh-ı Hakka hangi yolla ulaşmak mümkün olur, onu sor. Sormayanlar,
sormadıkları ve bozuldukları, başkalarını dahî bozdukları için âhırette
mes’ûl olacaklar” dedi. Kollarını kaftanından dışarı çıkardı. Kolları,
iki parmak kalınlığı kadar ancak vardı. Orada bulunanlar, bu kadar ince
kollarla Pâdişâhı nasıl sıkıp kaldırdı diye hayret ettiler. Sultan
Süleymân Hân; “Efendim, sizin duânız bize yeter” dedi. İbrâhim Gülşenî
uzun uzun duâ etti ve; “Bizim buraya gelmemiz sizi zâhir gözü ile görmek
için idi. İnşâallah...” dedi. Kalkmak istedi. Sultan Süleymân Hân,
elinden tutup kaldırdı, İbrâhim Gülşenî; “Allahü teâlâ da sizin
desteğiniz olsun” diye duâ etti.
İbrâhim
Gülşenî hazretleri ve talebeleri için yüz kişilik yemek hazırlanmıştı. O
yemekten binden fazla kimse karnını doyurdu. Yemekler hiç eksilmemişti.
Kanunî Sultan Süleymân Hân, İbrâhim Gülşenî hazretlerinin gözlerini
tedâvi etmesi için, kendi göz doktorunu vazîfelendirdi. Çok geçmeden,
mübârek kimsenin gözleri tekrar görmeye başladı. Pâdişâha çok duâ etti.
Kanunî
Sultan Süleymân Hân anlatır: “Yüzden ziyâde yüksek âlim ile sohbet
ettim. Şeyh İbrâhim Gülşenî’den daha yüksek cezbe sahibi ve sözü kalbe
te’sîr eden âlim görmedim. Bana nasihat ederken; “Her hâlinde Allahü
teâlâyı hazır bil” dediği zaman, bende öyle bir hâl hâsıl oldu ki, bütün
dünyâyı verseler, o hâle bedel olamaz. Her ne zaman İbrâhim Gülşenî’yi
düşünsem, o hâllerden bir hâl hâsıl olur. Bana bir duâ öğretti ki, her
ne niyetle okusam, o niyetim, o muradım muhakkak hâsıl olurdu. Bana;
“Tebrîz’i fethettiğin zaman, orada çok oturma ve onlardan olan kimseye
hükümeti verme. El-mukadderu kâinûn” dedi. Tebrîz’i fethettiğim zaman,
bu nasihati unuttum ve Tebrîz beyliğine onlardan birini verdim. Onun
için Tebrîz elimizden çıktı.”
İbrâhim Gülşenî
Mısır’a gitmeden önce, dört Cum’a Ayasofya Câmii’nde va’z etti. Câmi,
dışına kadar cemâatle doldu, İbrâhim Gülşenî’nin sesi çok yüksek
olmamakla beraber, en arkadaki cemâat gayet rahat işitirdi. Son Cum’a,
Sultan Süleymân Hân da va’zınâ geldi. Va’zın başından sonuna kadar
devamlı ağladı. Va’zın sonunda İbrâhim Gülşenî’ye, Pâdişâh’tan ve diğer
kimselerden o kadar çok hediye geldi ki, haddi hesabı aştı. Bunları
Sarban Hasen Efendi’ye teslim etti. “Hasen Efendi! Bu gelen eşyadan bir
tane bile istemeyiz. Bunları hep fakirlere dağıt” dedi. Bütün hediyeleri
fakirlere dağıttılar.
Kanunî Sultan Süleymân
Hân, zamanın evliyâsının büyüklerinden, Beşiktaşlı Yahyâ Efendi’ye
“Ağabey” diye hitâb eder, onun pek yüksek bir zât olduğunu, Hızır
aleyhisselâm ile görüştüğünü bilir, kendisini de Hızır aleyhisselâm ile
görüştürmesini isterdi. Aralarında geçen bir menkıbe şöyle anlatılır:
Kanunî,
birgün kayıkla Boğaz’da gezmeye çıkmıştı. Ortaköy hizasına gelince,
kıyıya yanaşıp, bir adam göndererek Yahyâ Efendi’yi çağırttı. O da
yanında bir ahbabı ile gelip, kayığa bindiler. Birlikte giderlerken,
Yahyâ Efendi’nin ahbabı, devamlı olarak Kânûnî’nin parmağında bulunan
çok kıymetli bir yüzüğe bakıyor ve bu bakış dikkati çekiyordu. Kanunî bu
hâli farkedince, parmağındaki o kıymetli yüzüğü çıkarıp; “Buyurun, daha
yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz” dedi. O zât, yüzüğü aldı.
Evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta
bulunanlar çok hayret ettiler. Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek
istediğini bildirince, kayık kıyıya yanaştı. O zât, ineceği sırada
denizden bir avuç su alıp Sultân’a uzattı. Avcundaki suda, biraz önce
denize attığı yüzük vardı. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes,
yine çok hayret ettiler. Kanunî elini uzatıp yüzüğü alınca, o zât
birdenbire gözden kayboluverdi. Kanunî, Yahyâ Efendi’ye dönüp; “Ağabey,
neler oluyor?” dedi. O da; “O gördüğünüz Hızır idi” dedi. Bunun üzerine
Kanunî; O hâlde bizi niye tanıştırmadınız?” deyince, Yahyâ Efendi; “O
kendini tanıttı. Ama siz tanımakta geç kaldınız” buyurdu.
Eserleri
1) Târih-i Peçevî
2) Târih-i Solak-zâde
3) Tezkiret-üş-şu’arâ cild-1, sh. 94
4) Münşeât-ı selâtîn cild-1, sh. 510
5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 90
6) Menâkıb-ı Gülşenî sh. 405
7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1068
8) Rehber Ansiklopedisi cild-15, sh. 369
9) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 440
10) Süleymânnâme (Karaçelebi-zâde Abdülazîz Efendi), İstanbul 1248
11) Menâkıb-ı Beşiktaşî Müderris Yahyâ Efendi
12) Hulefâ-i a’zâm-ı Osmâniyye hadarâtının Haremeyn-i şerîfeyndeki âsâr-ı mebrûre ve meşkûre-i hümâyunlar İstanbul 1317 sh. 25
0 yorum:
Yorum Gönder